Ufuk
AYDIN
Edebiyatımızda öykü türünün
öksüz kaldığı söylenebilir. Söz gelimi, roman üzerine yüzlerce inceleme kitabı
yayınlanmışken öykü türü bundan mahrum bırakılmıştır. Öyle ki, sırf öykü temalı
dergilerde dahi bu incelemelere rastlamak oldukça güç. Hal böyle olunca, öykü
hakkında yazmak ciddi bir risk barındırıyor içinde. Ya yazılanın hakkı
verilemeyip yerden yere vurularak incitiliyor, ya da aşırı yüceltilerek
sağlıklı olabilecek bir gelişimin önü
kapatılıyor. Aşağıda yapmaya çalışacağım değerlendirmelerin de az önce
söylediklerimden muaf olduğunu iddia etmek doğru olmaz elbette.
Ümran Düşünsel, yazmaya, TRT
İstanbul Radyosu'na “Radyo Tiyatrosu” yazarak başlamış. 2008’de, “Kimse
Yüreğinden Öptü Mü Seni?” isimli şiir kitabı
yayınlanmış. (Baskısı tükenmiş.) Son olarak, öykülerinin bir kısmını
derlediği Kırık Patika ile çıktı karşımıza
(Ümran Düşünsel, Kırık Patika, Babek
Yayınları, İstanbul 2015, 144 sayfa). En uzunu 12, en kısası -Şiir tadında- bir
sayfayı aşmayan toplam 32 öykü var kitapta.
İki kez okudum kitabı. İlki ne
yazmış diye, ikincisi ise nasıl yazmış diye.
İlk dikkatimi çeken dili oldu.
Düşünsel’in kendine has bir dili olduğu tartışılmaz ve o dil, bu coğrafyanın
diliyle örtüşüyor. Ancak karakterlerine de kendi dilini dayatmamış.
Modern zaman insanının doğayla
ilişkisi, varlığının tartışılmasından ibaret bir hal aldı. Ayağımızın altındaki
toprağın, başımızın üzerindeki göğün hissedilmediği bir dönemde ırmakları,
kuşları, dağlar arasından uzanan patikaları aklımızdan çıkartıp atalı uzun
zaman oldu. Kırık Patika’nın tam da
böyle bir zamanda yazılması onu oldukça anlamlı ve değerli kılıyor. Yazılan 34
öykünün hepsine damgasını vuran, doğayı teselli veren bir dinginlik halinde
sunması. Hemen her öyküde tabiatı hissetmek yaşadığımız keşmekeş içinde özümüze
dokunma ihtiyacına kavuşturuyor bizi. Normalde fotoğrafın görüntüsüne ve
yazının anlatısına alışkın olabiliriz ancak Kırık
Patika’yı okurken her şey bir anda karmaşıklaşıyor ve biz yazının
görüntüsüne, fotoğrafın anlatısına tanık oluyoruz. Zaman zaman fotoğraf netliğine ulaşan bir betimleme tutturuyor yazar,
sonra da bulanıklığa, gölgelere baş vurarak flulaştırıyor anlatıyı. Tüm
bunlarda Düşünsel’in fotoğrafçı kimliğinin de katkısı vardır kuşkusuz.
Doğa teması ağır basan dikkat
çekici öykülerden birisi: “Yârimingözüdeğmiş.” Doğayı araçsallaştıran, ona dair
olanı hiçleştiren insan evladının anlamlı olana geri dönüş çabasını simgeliyor
bu öykü. Naz, adı kirletilmemiş hiçbir şey kalmadığı düşüncesinden yola çıkarak
-Bir de sözlük oluşturup- doğayı yeniden adlandırmaya başlıyor. Güneşe,
“yarimingözüdeğmiş,” toprağa “ana,” diyor örneğin. Boynu bükük tüm çiçeklerin
adı: “Gülmenizyakın.” Onlara yeni isimler koyarken kirlenmenin insan kaynaklı
olduğunun altını çiziyor kalınca. Zira rahatsız edici olan öz değil, artık özü
ima dahi etmekten uzak olan isimlerdir.
Doğa betimlemelerinde aşırıya
kaçmadan saf bir anlatım yolu izleyen Düşünsel, bana Japon şiir sanatı Haiku’yu
hatırlattı. Haiku sanki olabildiğince öykülere uyarlanmış. Söz konusu şiirler
için Tarkovski şu betimlemeyi yapar: “…
Haiku’yu bu denli güzel kılan sonsuzluğa karışmadan önce yakalanabilen anın
tekrarlanmazlığıdır.” Bu saf gözlemler aynı zamanda dilin damıtılması,
süzülmesi ve arınmasına karşılık gelir. Haiku konusunda Kahyaoğlu ise, bu kısa şiir türünün içine kapanık, yabanıl
insana bir muştu, bir ceza olarak kaldığını ifade eder. Kırık Patika’da doğadan kopan insana
böyle bir ceza değil mi aslında?
Öykülerde politik olan biraz da
geçmişin izi sürülerek anlatılmış. Toplum hafızasında kalıcı ize sahip olayları
satır aralarında yakalamak mümkün. 2013 yılı Şerzan Kurt öykü ödülünü Türkçe
dalında almaya hak kazanan “Ağaç Kurtları”nı buna örnek verebiliriz. İdam
cezası infaz edilen bir devrimcinin
ardından alt üst olan hayatlar bulanık bir gerçeklikle verilmiş. Arkadaşı
Yusuf’un idamından sonra, onun celladını bulup cezalandırmak Nezir’de saplantı
haline gelir. Onu öldürüp intikam alacaktır. Tek gayesi budur yaşamında.
Nezir’in yaşadığı psikolojik gerilim, cellat yerine vitrin mankenini astığı
güne kadar sürer. O günün gecesinde asılan arkadaşını görür rüyasında. Yusuf,
bembeyaz kâğıda sarılı kırmızı gülleri uzatmaktadır sevdiği kadına. Beyaz kâğıt
“barış”ı, kırmızı güller onun kana bulanmasını mı simgelemektedir bilinmez ama
bu son, zihnimizde tüm gidişlerin simgesi haline gelir. Zamansız giden tüm o
güzel adamlar, zamansız giden güzel kadınlara güller uzatacaktır bundan böyle.
Fotoğrafta olduğu gibi öykü ve
romanda da “bulanıklık, bir alçak
gönüllülük ve insancılık okuludur,” der Samih Rıfat. Fotoğraf da, öykü ve
roman da bu yolla dünyanın görmek istediğimizden her zaman daha az açık seçik
olduğunu anımsatır bize. Milan Kundera bunu, “belirsizliğin bilgeliği,” olarak kodlamıştır. Bu noktada
Düşünsel’in bulanıklıktan yararlandığı, belirsizliğin bilgeliğini öykülerine
başarıyla yansıttığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Zaten politik olanın yüksek
sesle, bağırılarak aktarılması, onu, hayata dışarıdan dayatılan sanal bir
gerçekliğe indirgeme tehlikesini içinde barındırır. Kaldı ki yaşadığımız
topraklarda direnişin, politik olanın, ve yaşamın en sıradan hallerinin nasıl
da bir bütün olduğunu hepimiz bilmekteyiz. Okuduğumuz öykülerde bu bütünlüğün
olabildiğince başarılı yansıtıldığı çok örnek mevcut.
“O Saat Artık Çalmayacak”
öyküsünde olduğu gibi doğa betimlemelerinin ve politik alanın biraz geri
çekildiği, yerini gündelik yaşama bıraktığı öyküler de mevcut kitapta. Sıradan
olanın estetik erdemlerini hatırlıyoruz bu satırlarda. Güçlü bir gözlem ve
sağlam bir kurguyla -sürpriz sonu unutmayalım- bu öyküler kitaba güç katmış.
Sonlara doğru “İpek Böceği
Kozaları” ile başlayan ama aralarına zekice, soluk aldırma amaçlı
yerleştirilmiş kısa öyküler olan altı öykü hem birbirinden bağımsız ve hem de
bütün olarak okunabilir. Ayrıca hacimleri ve içerikleriyle kitaba ağırlık
kazandırıyor. 1798’de Kırım’dan sürülen aileden kalan tek şeyle, altı adet ipek
kozasıyla başlayan bu seri Toroslar’daki köy evinde Aşık Virâni şiiriyle noktalanıyor.
Babadan kalma, yıllar önce terk edilmiş değirmeni yeniden faal hale getirmeye
çalışan Şahin, bu çabasıyla geçmişin üzerindeki sisi dağıtıp ve kendisini
ziyarete gelen arkadaşları Baran ile Sinan arasında gizli kalmış hesaplaşmayı da
açığa çıkartıyor.
Belki öykülerin kitaptaki
sıralaması farklı olabilirdi diye geçti aklımdan. Benimki kişisel bir tercih
elbette.
Sonuç olarak Kırık Patika’yı okumak yolda olmak gibi
bir duygu. Öyle hafifletici, öyle heyecan verici ve öyle sıcak. Üstelik bizi
uzağa değil, aksine en yakına taşıyacak bir yol bu; kendimize!
______________
*Paul Celan